11 Kasım 2010 Perşembe

AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ TÜRKİYE KARARLARININ ANALİZİ (2002-2005) VE CEZA MUHAKEMESİNE YANSIMALARI



Doç.Dr. Bülent ÇİÇEKLİ
Doç Dr. M. Bedri ERYILMAZ

Giriş
Çalışmanın amacı, AİHM’in 2002-2005 yılları arasındaki dört yıllık periyot içerisinde Türkiye hakkında vermiş olduğu kararların yıllık bazda ve incelenen dönem genelinde nitelik ve sayısal olarak analizini yapmaktır.
Bu amaçla, ilk olarak AİHM’in Türkiye hakkında vermiş olduğu kararların sonuçlarına (ihlal, dostane çözüm, düşme ve ihlal edilmeme) göre yıllık bazda oransal dağılımı yapılmaktadır. Daha sonra, yıllık bazda, verilen ihlal kararlarının Sözleşme maddelerine göre dağılımı incelenerek, en çok ihlal edilen maddeler tespit edilmektedir.
İkinci olarak, incelenen dönem genelinde verilen kararların nitelik ve sayısal analizi ile birlikte, dönem genelinde verilen ihlal kararlarının Sözleşme maddelerine göre dağılımı yapılmaktadır.
            Üçüncü olarak, dönem genelinde en çok ihlal edilen Sözleşme maddeleri ayrı ayrı incelemeye tabi tutulmaktadır. Bu bağlamda, her bir Sözleşme maddesinin sağlamış olduğu güvencenin niteliği, Mahkemenin verdiği ihlal kararlarının nedenleri ile Mahkeme içtihadında ortaya konan gerekçeler incelenerek, Devlet organları ile görevlileri açısından ortaya çıkan sorumluluk ve yükümlülükler tartışılmaktadır.
            Nihai olarak, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi organlarınca 1990 yılından 2005 yılı sonuna kadar verilen kararların sonuçlarına (ihlal, dostane çözüm, düşme ve ihlal edilmeme) göre oransal dağılımı yapılmakta ve bu kapsamda Türkiye hakkında verilen kararların genel resmi ortaya konmaktadır.
Sonuç kısmında, verilen ihlal kararlarının maddelere göre dağılımı göz önünde bulundurularak, Türkiye hakkında verilen ihlal kararlarının ceza yargılaması süreci ile ilişkisine dikkat çekilmektedir. Yeni ceza yasalarının Türkiye hakkında verilebilecek olası ihlal kararlarına yapacağı etki tartışılmaktadır.

1. 2002-2005 DÖNEMİNDE VERİLEN KARARLARIN YILLIK BAZDA NİTELİK VE SAYISAL ANALİZİ

1.1. 2002 Yılı

2002 yılı içerisinde Türkiye ile ilgili verilen toplam 104 kararda; 47 ihlal, 54 dostane çözüm, 2 ihlal edilmeme ve 1 düşme kararı verilmiştir. Bu verilerle ilgili tablolar aşağıda sunulmuştur.








1.2. 2003 Yılı

2003 yılı içerisinde Türkiye ile ilgili verilen toplam 123 kararda; 76 ihlal, 44 dostane çözüm, 1 ihlal edilmeme ve 2 düşme kararı verilmiştir. Bu verilerle ilgili tablolar aşağıda sunulmuştur.







1.3. 2004 Yılı
2004 yılı içerisinde Türkiye ile ilgili verilen toplam 171 kararda; 154 ihlal, 10 dostane çözüm, 3 ihlal edilmeme ve 4 düşme kararı verilmiştir. Bu verilerle ilgili tablolar aşağıda sunulmuştur.







1.4. 2005 Yılı
2005 yılı içerisinde Türkiye ile ilgili verilen toplam 290 kararda; 269 ihlal, 10 dostane çözüm, 8 ihlal bulunmadığı, 1 düşme kararı verilmiş ayrıca daha önce ihlal kararı verilmiş olan iki karar ile ilgili olarak tazminata hükmedilmiştir. Bu verilerle ilgili tablolar aşağıda sunulmuştur.






2. 2002–2005 YILLARI ARASINDA VERİLEN KARARLARIN DÖNEM BAZINDA NİTELİK VE SAYISAL ANALİZİ

2002–2005 yılları arasında Türkiye ile ilgili verilen toplam 686 kararda 546 ihlal kararı, 118 dostane çözüm, 14 ihlal bulunmadığı ve 8 düşme kararı verilmiştir.






3. 2002–2005 YILLARI ARASINDA EN ÇOK İHLAL EDİLEN MADDELERİN ANALİZİ
3.1. Yaşam Hakkı – Madde 2
2002–2005 yılları arasında Türkiye ile ilgili olarak verilen toplam 546 ihlal kararının 52 tanesi 2. madde ihlali ile ilgilidir.


AİHS’nin 2. maddesi genel olarak yaşam hakkını güvence altına almaktadır. Bununla birlikte, 2. maddenin 1. fıkrası ölüm cezasının uygulanmasına olanak sağlayan ve 1950li yılların Avrupa gerçeğini yansıtan istisnai bir düzenlemeye yer vermektedir. Ancak zamanla idam karşıtı düşünceler Avrupa kamu düzeninde hakim anlayış halini gelmiş ve Avrupa’yı “idamdan arınmış bir kıtaya” dönüştürme hedefi aşamalı olarak gerçekleştirilmiştir. Bu amaçla, önce barış zamanında idam cezasını yasaklayan Sözleşmeye Ek 6 No.lu Protokol hazırlanmış; daha sonra da idamı bütün durumlarda mutlak olarak yürürlükten kaldıran 13 No.lu Protokol yürürlüğe girmiştir.
Türkiye, idam cezalarını 1984 yılından bu yana infaz etmediği halde, yakın zamana kadar barış döneminde idamı kaldıran adımları atmamıştı. 2001 Anayasa değişikliği sırasında Anayasanın 38. maddesine “savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışında ölüm cezası verilemez” hükmünü ekleyerek ilk adımı atmış oldu. Ardından “terör suçları” için de idamı kaldıran yasal düzenlemeyi yaptı. Son olarak, 2004 anayasa değişikliği ile idamı mutlak surette kaldırdı. Türkiye, bir süre önce de Sözleşme’ye ek 13 No.lu Protokolü onaylamıştır.
            2. maddenin ilk paragrafında yer alan “hiç kimse kasten öldürülemez” ifadesi, ihmal ve kusur nedeniyle öldürme olaylarının yaşam hakkının ihlali sayılmayacağı anlamına gelmemektedir. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, 1985 tarihli Stewart v. England davasında Kuzey İrlanda’da bir gösteri sırasında İngiliz güvenlik güçleri tarafından bir çocuğun plastik mermiyle öldürülmesinde, kasıt olmamasına rağmen, yaşam hakkının ihlalinin söz konusu olduğuna karar vermiştir.
            Sözleşme organlarının 2. maddeye ilişkin yorumlarından hareketle, yaşam hakkı konusunda devletlerin “negatif” ve “pozitif” olmak üzere iki tür yükümlülüğünün olduğunu söyleyebiliriz. Negatif yükümlülük, şartları oluşmadan, Sözleşmede öngörülen meşru amaçlar dışında “öldürmeyeceksin!” emrini içermektedir.
Pozitif yükümlülük ise, öldürme olayına güvenlik güçleri müdahil olmasa bile, devletin yaşam hakkını korumaya yönelik önleyici tedbirler almasını gerektirmektedir. Geniş anlamda tedbir, devletin (a) bir kişinin yaşamına yönelik gerçek ve kaçınılmaz bir tehlike olduğunda bu kişinin korunmasını, (b) her şeye rağmen bir öldürme olayı gerçekleşmişse olayla ilgili olarak etkili, hızlı ve kapsamlı inceleme yapmasını gerektirmektedir. Bu yükümlülüklerini yerine getirmeyen taraf devletler, AİHM tarafından Sözleşme’nin 2. maddesini ihlal etmiş kabul edilmektedirler.
            Yaşam hakkı ile ilgili olarak iki tip ihlal kararı verilmektedir. Maddi ihlal olarak nitelenebilecek ilk durumda, kişilerin Devlet görevlilerinin, mutlak gereklilik bulunmadığı halde, kasıtlı veya kusurlu hareketleri neticesinde hayatlarını kaybetmeleri söz konusudur. Bu tip ihlal olaylarında, Mahkemenin, kamu makamlarının kusurunun varlığı noktasında, makul şüphenin ötesinde kesinlik içeren bir delil standardını temel aldığını görmekteyiz (İrlanda v. Birleşik Krallık, par. 161)
Bu tip ihlal iddiaları genellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesinde PKK terör örgütüne karşı yapılmış olan askeri harekâtlar neticesinde ileri sürülmüştür. Bununla birlikte bu tip iddialarda bu delil standardına ulaşılamadığı için maddi ihlal kararı oldukça az sayıda çıkmaktadır.
Bununla birlikte yaşam hakkı ile ilgili olarak maddi ihlal kararı verilmesinin sebebi daha ziyade gözaltında meydana gelen ölüm ve kayıp olaylarından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda gözaltına alınan kişilerin akıbeti hakkındaki açıklama yapma yükümlülüğü Devlete düşmektedir.
İkinci olarak ise, Devletin yaşam hakkının korunmasındaki pozitif yükümlülüğünü yerine getirmemesi sebebi ile ihlal kararları verilmektedir ki; 2. madde altındaki ihlal kararlarının büyük bir oranı da bu hususa dayanmaktadır.
            Mahkemeye göre, Devletin öldürülme olayları üzerine etkili bir soruşturma yapılmasını sağlaması gerekmektedir. Bu yaşam hakkının devletlere yüklediği en önemli pozitif yükümlülüktür. Etkili soruşturmanın bir çok unsuru vardır. Soruşturmanın etkili olabilmesi, onun hızlı, kapsamlı ve sonuç getirici olmasına bağlıdır.  Örneğin, Mahmut Kaya v. Türkiye kararında, başvuru konusu kişilerin öldürülmeleri olayı üzerine etkili ve hızlı soruşturmanın yapılamadığını belirten Mahkeme, yaşam hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
            Diğer yandan öldürme olayları sonrasında otopsi yapılmaması veya eksik otopsi yapılması yada otopsinin uzmanlar tarafından yapılmaması da etkili soruşturma eksikliğinden dolayı yaşama hakkının ihlaliyle sonuçlanabilmektedir.
            Pozitif yükümlülüğün diğer bir boyutu Devletin bireylerin yaşamlarını korumak için gerekli tedbirleri almamasıdır. Örneğin Mahmut Kaya v. Türkiye kararında, PKK’ya mensup yaralı teröristlere yardım ettiği için ölüm tehditleri aldığını söyleyen bir doktorla onun arkadaşı olan bir avukatın öldürülmesi olayında, AİHM’e göre, Devlet, bu kişilerin yaşamına yönelik gerçek ve kaçınılmaz tehdit karşısında gerekli önlemleri almada başarısız olduğu için yaşam hakkını ihlal etmiştir.
            Yine aynı şekilde, Ümraniye çöplüğünde 28 Nisan 1993'te meydana gelen gaz patlaması sonucunda 9 yakınını kaybeden Maşallah Öneryıldız’ın açtığı davada AİHM, devletin yaşam hakkını korumak için gerekli tedbirleri almadığını, dolayısıyla Sözleşme’nin 2. maddesini ihlal ettiğini belirlemiştir. AİHM, yetkili ulusal makamların çöplüğün yakınlarında yaşayan bir çok insan için gerçek ve açık bir risk bulunduğunu bildiği yada bilmesi gerektiğini düşünmektedir. Ulusal makamlar, bölgedeki bireyleri korumaya yönelik gerekli ve yeterli koruyucu işletim önlemlerini alma konusunda pozitif yükümlülüklerini yerine getirmemişlerdir. Sonuç olarak, AİHM, Devletin yaşam hakkını korumak için gerekli tedbirleri almaması ve gelecekte insan hayatını tehlikeye atan benzeri davranışları da caydırmaması nedeniyle 2. maddenin ihlal edildiğine karar vermiştir. (Öneryıldız v. Türkiye)
            Etkili soruşturma yapma mecburiyeti, Devletin gözaltına alındıktan sonra kaybolan kişilere ne olduğunu inandırıcı bir şekilde açıklama yükümlülüğü de getirmektedir. Örneğin, Taş v. Türkiye davasında, PKK ile bir çatışma sırasında bacağından yaralı olarak ele geçirilen bir kişinin daha sonra bir çatışma sırasında kaçtığının söylenmesi Türkiye’nin yaşam hakkını ihlalden tazminata mahkum edilmesini engellememiştir. Olayın somut koşullarında, Mahkeme, davalı devletin ilgiliye yakalandıktan sonra ne olduğunu tam olarak açıklamada inandırıcı olmadığını belirtmiştir. Ayrıca, Mahkeme’ye göre Taş’ın kaybolmasından sonraki inceleme, hızlı, yeterli ve etkili olmadığı için 2. madde ihlal edilmiştir.
            Tanış ve Diğerleri v. Türkiye kararında, HADEP Silopi İlçe Başkanı ile sekreterinin kaybolmasında devletin sorumluluğu gündeme gelmiştir. Başvuru sahipleri, ilgili kişilerin yargısız infaz sonucu devlet tarafından öldürüldüklerini iddia etmişlerdir. Hükümet AİHM önünde yaptığı savunmada, ilgili kişilerin kayboldukları gün jandarmaya gittiklerini, ancak yarım saat sonra oradan ayrıldıklarını, nitekim bunu kayıt defterindeki imzalarının gösterdiğini, daha sonra Irak’tan Türkiye’ye giriş yapan bir araçta ele geçirilen mektuptan bu kişilerin Kuzey Irak’ta olduklarının anlaşıldığını ileri sürmüştür.
            Sonuç olarak, AİHM heyeti, Tanış ve Deniz’in Silopi Jandarma Komutanlığına geldikten sonraki durumları hakkında güvenilir ve makul gerekçeli bir açıklama sunamadığını tespit etmiştir. Buradan hareketle Mahkeme, bu kişilerin jandarma tarafından tehdit edildiklerine dair tutarlı bilgilerin bulunduğunu, kayboldukları gün kaçırılmaya teşebbüs edildiğini, aradan 4 yıl geçmesine rağmen bu kişilerin akıbeti hakkında hiç bir haber alınamadığını dikkate alarak 2. maddenin ihlal edildiğine karar vermiştir.
            Ayrıca, kaybolma olayı üzerine hiç bir adli soruşturmanın başlatılmaması, jandarma komutanı ve diğer görevliler ile ilgili idari soruşturmaların da sonuçsuz kalması, bu konuda etkili bir soruşturmanın yapılmadığını göstermektedir. Dolayısıyla etkili soruşturma eksikliğinden dolayı da, Mahkeme, 2. maddenin ihlali sonucuna ulaşmıştır. (Tanış ve Diğerleri v. Türkiye).
            Pozitif yükümlülüğün diğer bir sonucu olarak, Devletin, gözetim altında tutulan kişilerin kendilerine veya başkalarına zarar vermelerini engelleme yükümlülüğü vardır. Kılınç ve Diğerleri v. Türkiye kararında, bu anlamda, Türkiye’nin yaşam hakkını korumak için pozitif yükümlülüğünü yerine getirmediği tespit edilmiştir. Atipik depresyon teşhisi konulmasına rağmen askere alınan ve askere alındığı andan itibaren de psikolojik tedavi görmesine rağmen eline bir kalaşnikof verilerek nöbete gönderilen Mustafa Canan Kılınç, nöbeti sırasında silahla kendisini vurarak intihar etmiştir. AİHM, Sözleşme’nin 2. maddesinin ihlaline karar vermiştir.
AİHS m. 2’ye göre, ayrıca, Devletin, kontrolü altında bulunup da (örneğin gözaltındayken veya cezaevindeyken) içeride veya dışarıda ölü bulunan kişilere ne olduğunu açıklama yükümlülüğü vardır. Örneğin, Süheyla Aydın v. Türkiye davasında başvurucu, Tüm Sağlık Sen başkanı olan kocası Necati Aydın’ın 1994’te öldürülmesinden Devlet görevlilerini sorumlu tutarak yaşam hakkı ve işkence yasağı ihlali olduğunu ileri sürmüştür.
            AİHM, Hükümet’in Aydın’a eşlik eden polis memurlarının kimliğini bildirmemesi ve serbest bırakılma belgesini sunamaması ışığında, Aydın’ın salıverildiğini ispatlayamadığı sonucuna ulaşmıştır. Dolayısıyla Mahkemeye göre Aydın, bu tarihten sonra da gözaltında kalmıştır. Devlet görevlilerinin elindeyken Aydın’ın nasıl olup da öldürüldüğünü açıklama görevi de devlete düşmektedir. Bu açıklamayı yapamadığı için de Aydın’ın ölümünden devlet sorumludur.
Diğer yandan, cesedin bulunduğu yerde anlamlı bir inceleme ve tam bir otopsi gerçekleştirilmemiş, olayın aydınlatılması için de etkili bir soruşturma yapılmamıştır. Bu açıdan da (etkili soruşturma eksikliğinden) 2. madde ihlal edilmiştir. (Süheyla Aydın v. Türkiye)
Yaşam hakkı ile ilgili davalarda AİHM, Türkiye’yi ayrıca, araştırmalarda gerekli kolaylığı sağlamadığı için de Sözleşme’nin 38. maddesini ihlalden dolayı mahkum etmiştir. Örneğin, Tanış ve Diğerleri v. Türkiye davasında Mahkeme, olguların tespiti sürecinde Türkiye’nin bazı engellemeler çıkardığını belirtmiştir. Ayrıca, Mahkeme, soruşturma dosyasındaki bazı belgelerin kendilerine verilmediğini belirterek, Türkiye’nin olguları tespit etme sürecinde gerekli kolaylığı göstermediğini, dolayısıyla Sözleşme’nin 38. maddesini ihlal ettiğini tespit etmiştir.  

3.2. İşkence ve Kötü Muamele Yasağı – Madde 3
2002–2005 yılları arasında Türkiye ile ilgili olarak verilen toplam 546 ihlal kararının 43 tanesi 3. madde ihlali ile ilgilidir.


3. maddenin güvence altına aldığı işkence ve kötü muamele yasağı Sözleşme koruma sisteminde hiçbir istisnası olmayan mutlak bir yasaklamadır. Sözleşmenin 15. maddesine göre pek çok temel hak ve özgürlüğün olağanüstü hallerde sınırlandırılabilmeleri mümkün iken, işkence veya kötü muamele yasağının hiçbir sınırlamaya tabi tutulması söz konusu olamaz.. Sözleşmeci devletlerin 3. maddeyi askıya alma (derogation) yetkileri bulunmamaktadır.
            3. madde metninden de anlaşılacağı üzere üç tür kötü muamele vardır. Bunlar işkence, insanlık dışı ve onur kırıcı muameledir. Her kötü muamele türü işkence olmamakla birlikte, her işkence aynı zamanda insanlık dışı ve onur kırıcı muameledir. Bu kötü muamele türleri arasındaki fark yoğunluk farkıdır; işkence en şiddetli kötü muamele türüdür.          
AİHM, ilk kez İrlanda v. İngiltere kararında işkence ve diğer kötü muamele türleri arasındaki farkı belirlemeye çalışmıştır. 1978 tarihli bu kararda, Mahkeme İngiliz güvenlik güçlerinin bir dönem Kuzey İrlanda’da tutuklulara uyguladıkları beş sorgulama tekniğinin işkence kapsamına girmediğine, bunların insanlık dışı ve onur kırıcı muamele oluşturduğuna hükmetmiştir.
Mahkemenin aksine Komisyonun işkence olarak nitelendirdiği beş sorgulama tekniği şunları içermekteydi:
(1) tutuklunun başına gözlerini kapatan bir torba geçirme,
(2) sürekli gürültüye (sese) maruz bırakma,
(3) uykusuz bırakma,
(4) yiyecek kısıtlama ve
(5) duvara karşı uzun süre ayakta tutma.
Mahkeme’ye göre bu tekniklerin uygulanması, tutukluya işkence sayılacak kadar “çok ciddi ve dayanılmaz acılar” vermemektedir. Dolayısıyla, kötü muamelenin şiddeti onu işkence olarak tanımlayacak kadar yoğun değildir. 3. madde ihlalinden bahsedebilmek için, Mahkemeye göre, kötü muamelenin minimum düzeyde bir yoğunluk taşıması gerekmektedir. Muamelenin süresi, fiziki ve ruhsal etkisi, bazı durumlarda da mağdurun cinsiyeti, yaşı ve sağlık durumu asgari yoğunluğu belirlemede etkili olmaktadır. Ancak işkence için bu asgari yoğunluk yeterli değildir; fiilin ciddi ve dayanılması zor bir acı yaratması gerekmektedir.
            AİHM, 1996 tarihli Aksoy v. Türkiye davasında, ilk defa, aradığı işkence kriterlerine uygun bir olay bulmuştur. Başvuru sahibinin, karakolda Filistin askısına alındığını, bundan dolayı da kollarının felç olduğunu iddia etmesi ve iddiasını doktor raporuyla desteklemesi, davalı devletin 3. maddedeki işkence yasağından dolayı mahkum olmasını doğurmuştur. Mahkeme, işkencenin ancak “çok ciddi ve dayanılmaz acıya yol açılması durumunda” söz konusu olacağını, kişinin kollarını felç edecek şekilde bir uygulamanın “ciddi ve dayanılmaz acı”ya yol açacağı için işkence teşkil ettiğini belirlemiştir. Mahkeme, Aydın v. Türkiye ve Tekin v. Türkiye davalarında da işkence yasağına uyulmadığına karar vermiştir.
AİHS m. 3’e göre de, Devletin, kontrolü altındaki kişinin yaralanmalarını inandırıcı şekilde izah etmesi gerekmektedir. AİHM’nin yerleşik içtihatlarına göre, gözaltına alındığı sırada sağlam ve sağlıklı bir kişinin serbest bırakıldığında yaralı olduğunun tespiti durumunda bu kişiye ne olduğunu makul bir şekilde açıklama yükümlülüğü devlete düşmektedir. Örneğin Aksoy v. Türkiye kararında, Mahkeme, gözaltına alındığında sağlıklı olan başvurucunun salıverildikten sonra tedavi görmesi, iki kolunu kullanamaz hale gelmesi ve bunun Filistin askısına alma gibi bir zorlama sonucu olabileceğinin belirtilmesi durumunda, Devlet savunmasında bu rahatsızlığa alternatif bir açıklama getirmemiştir.
            AİHM, Devletin yaralanmalara yönelik izahlarını bazı durumlarda inandırıcı ve tutarlı bulmamaktadır. Örneğin Biyan v. Türkiye davasında başvurucu gözaltındayken kendisine işkence yapıldığını ileri sürmüştür. Yapılan muayenelerde vücudunun değişik bölgelerinde yara ve çiziklere rastlanmıştır. Başvurucunun bu yaraları kendi kendisine yaptığına dair de bir rapor düzenlenmiş ve gözaltında bulunan başvurucuya da imzalattırılmıştır. Hükümet, başvurucunun ceketinin düğmesi ve pantolonunun fermuarı ile kendisine zarar verdiğini ileri sürmüştür. Ancak, Mahkeme bu açıklamaları inandırıcı bulmamış ve sonuçta gayri insani ve küçük düşürücü muameleden dolayı 3. maddenin ihlal edildiğine karar vermiştir.
            Sunal v. Türkiye davasında da, oto hırsızlığı iddiasıyla 1 Nisan 1996’da İzmir’de gözaltına alınan başvurucu, vücudunun değişik yerlerinin darp edildiğini ve dili dahil bir çok yerine de elektrik verildiğini ileri sürmüştür. Devlet ise, başvurucunun alkolün etkisiyle kendisine zarar verdiğini, kafasını sorgu odasının penceresine çarptığını belirtmiştir. Başvuru sahibinin vücudunun bir çok yerinde yara, çizik ve şişlikler olduğu tespit edilmiş, ayrıca dil de yapılan biyopsi sonucunda da “dile uygulanan elektrik şokundan mütevellit yaralanmaya” rastlanmıştır. AİHM, bu olayda Hükümetin açıklamalarını inandırıcı bulmamış, alkol muayenesi yaptırılmamasına, iki doktor raporu arasındaki farklılıkların izah edilemeyişine dikkat çekerek, Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.
            3. maddenin ihlaline neden olan diğer durumlar:
            Sınır dışı etme işlemleri
            Sınır dışı edilecek kişiye yönelik olarak gönderileceği ülkede işkenceye maruz bırakılacağına dair ciddi bir risk varsa, bu durum 3. maddenin ihlali olarak değerlendirilmektedir.
            Mülkiyete zarar verme
            Özellikle terörle mücadele kapsamında gündeme gelen köy yakmalar, ev ve tarlalara zarar verme olayları da, kişilerde acıya yol açtığı ve insanlık dışı ve onur kırıcı muamele oluşturduğu gerekçesiyle, 3. maddenin ihlali olarak değerlendirilmiştir. (Bilgin v. Türkiye)
           
            Ölüm koridoru
            Mahkeme, idamla yargılanan kişilerin infazı beklerken çektikleri acının da 3. maddenin ihlali olabileceğini vurgulamaktadır.
            Adil olmayan yargılama sonucu ölüme mahkum etme
            AİHM, Öcalan v. Türkiye davasında başvuru sahibinin adil olmayan bir yargılama sonucu idama mahkum edilmesinin insanlık dışı bir muamele olduğuna hükmetmiştir.
            “Sivil ölüm”e mahkum edilme
            AİHM, Ülke v. Türkiye kararında, başvuru sahibinin vicdani nedenlerle askerlik görevini yapmamasından dolayı defalarca yargılanıp, mahkum olmasına rağmen yeniden yargılanma tehdidi ile karşı karşıya olduğuna dikkat çekmiştir. Bu tür bir cezalandırmanın işlenen suçla orantılı olmadığını belirten Mahkeme, bu cezalandırma yönteminin kişi üzerinde korku, endişe ve kırılganlık oluşturduğuna dikkat çekmiştir. Mahkeme, sürekli yakalanıp yargılanacağı korkusuyla “kaçak” bir şekilde yaşamaya zorlanmanın “sivil ölüm” anlamına geldiğini, bunun da demokratik bir toplumun cezalandırma rejimi ile bağdaşmadığını vurgulamıştır. Sonuç olarak, Mahkemeye göre, muamelenin yoğunluğu ve mükerrerliği dikkate alındığında meydan gelen acı ve ızdırabın normal bir cezalandırma sisteminde olması gerekenin üzerinde olduğu, dolayısıyla 3. madde kapsamındaki küçük düşürücü/aşağılayıcı davranışı teşkil ettiği açıktır.
Yakınların, gözaltına alındıktan sonra kaybolması
Mahkemeye göre, gözaltına alındıktan sonra bir daha kendisinden haber alınamayan kişilerin yakınlarının çektiği acı da, 3. maddenin ihlalini oluşturmaktadır. (Kurt v. Türkiye, Çiçek v. Türkiye, Akdeniz v. Türkiye, Tanış ve Diğerleri v. Türkiye)

3.3. Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Hakkı – Madde 5
2002–2005 yılları arasında Türkiye ile ilgili olarak verilen toplam 546 ihlal kararının 62 tanesi 5. madde ihlali ile ilgilidir.


5. madde, öncelikle, herkesin kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkına sahip olduğunu belirttikten sonra bu hakkın kısıtlanabileceği halleri saymakta, daha sonra da özgürlüğü sınırlanan kişilerin sahip olduğu minimum hakları belirtmektedir.
Bu maddenin her paragrafıyla ilgili mahkumiyet kararı verilmiş olmakla birlikte, mahkumiyetler genelde, gözaltı sürelerinin uzunluğu ve 13. madde ile ilgili de bağlantılı olarak, yakalamaya itiraz hakkının kullanılmaması ile ilgilidir.
Bir kişinin özgürlüğünün kısıtlanabilmesi için, her şeyden önce, 5. maddenin birinci fıkrasında sayılan hallerden birisinin gerçekleşmiş olmalıdır. İkinci olarak, özgürlük kısıtlamasının iç hukukta kanuni bir temelinin bulunması gerekir. Üçüncü olarak, özgürlük kısıtlamasının belirtilen kanuni düzenlemeye uygun olarak gerçekleştirilmiş olması gerekir.
Sözleşmenin 5. maddesinin 1. paragrafı, kolluk görevlilerinin aşağıdaki hallerde kişi özgürlüğünü kısıtlama yetkisine sahip olduğunu bildirmektedir:
1. Kişinin yetkili bir mahkemece hükmedilen bir cezayı çekmek için hukuka uygun olarak yakalanması, tutuklanması veya hapsedilmesi veya güvenlik tedbirini yerine getirmek için gözaltına alınması durumu.
İç hukuka uygun olarak verilmiş bir mahkeme kararı esas alınarak mahkumiyet veya tutuklama şeklinde ortaya çıkan bir özgürlük kısıtlamasının gayri kanuniliğinden veya keyfiliğinden bahsedilemez. AİHM de kendisini bir temyiz mercii olarak görmediğinden, iç hukukta mahkeme kararına dayanarak yapılan bir özgürlük kısıtlamasının AİHS’e dayanarak keyfiliğini ileri sürmekte mümkün değildir.
2. Bir mahkeme kararının veya kanunda öngörülen bir yükümlülüğün gereği olarak ilgilinin yakalanması veya tutuklanması.
            Bir kişi hakkında, kan örneği alınmasına, tanık olarak mahkemede hazır bulunmasına, tıbbi bir muayeneye tabi tutulmasına, akli durumunun yerinde olup olmadığının araştırılmasına, belirli bir yerde ikamet etme mecburiyetine veya para cezasına karar vermesi hallerinde olduğu gibi, bir mahkeme kararının yerine getirilmesi için kişinin yakalama veya tutuklama yoluyla özgürlüğü sınırlanabilir.
Bu nedenle özgürlüğün kısıtlanmasının söz konusu olabilmesi için ise yükümlülüğün spesifik ve somut bir nitelik taşıması gerekir.  Örneğin, askerlik yükümlülüğünün veya onun yerine geçen bir kamu hizmetinin yerine getirilmemesi, kimlik taşınmaması ve kimliğin kontrol noktasında yetkililere gösterilmemesi ve belli bir bölgede oturma mecburiyetine uyulmaması, bir yükümlülüğün yerine getirilmemesi ve bu manada bir özgürlük kısıtlaması sebebi olabilir.
3. Bir kişinin, suç işlemiş veya suç işlemekte olduğuna veya suçu işledikten sonra kaçacağına dair makul şüphenin bulunması üzerine, suçun önlenmesi, suç işleyen kişinin kaçmasının engellenmesi ve yetkili adli merci önüne çıkarılması düşüncesi ile gözaltına alınması veya tutuklanması.
Bu halde özgürlüğün kısıtlanabilmesi, makul bazı sebeplerin (makul şüphenin) varlığına bağlıdır. Makul şüphenin varlığı için suçun işlendiğinin açıkça ortaya konması ve özgürlüğü kısıtlanan kişinin o suçu işlediğinin açıkça ispat edilmesi gerekmez. Bir kişinin söz konusu suçu işlemiş olabileceğine dair tarafsız bir gözlemciyi tatmin edecek bilgi, belge ve realitelerin yokluğunda, o kişinin o suçu işlediğine dair makul şüphenin varlığından söz edilemez. Yargılama aşamasında, isimsiz bilgi kaynaklarından gelen bilgilerin kullanılması kabul edilebilir bir uygulama olmazken, makul şüphenin değerlendirilmesinde, bu tip bilgilere dayanılabilir.
Makul şüphenin varlığı için özgürlük kısıtlama anında, kolluğun, dava açılacak veya mahkumiyeti haklı kılacak kadar delile sahip olması aranmaz. Gözaltı sürecinde şüphelinin ifadesinin alınmasının amacı, özgürlük kısıtlanmasına esas teşkil eden somut sebepleri doğrulamak veya yok etmektir. Bununla beraber, ne gibi bilgi, belge ve delillerin ‘makul’ sayılacağı olaydan olaya farklılık gösterir. Şüphenin makul olup olmadığının değerlendirilmesinde daha sonra ortaya çıkan değil, özgürlüğü kısıtlama anındaki şartlar esas alınır.
Kolluğa verilen yakalama yetkisi yakalanan şahsı yakalamayı müteakiben hemen bir yargıç veya adli fonksiyon yapmaya kanunla yetkili kılınmış diğer bir görevli önüne çıkarılma şartına bağlı olarak verilmiştir. Bu şekilde yakalanan şahsın neticede bir hakim veya diğer adli bir görevli önüne götürülmemiş olması (gözaltında serbest bırakılması) veya götürülen şahsın mahkemece tutuklanmamış olması yakalama anında kolluğun böyle bir amacı olmadığı veya yakalamanın keyfi olduğu anlamına gelmez. Yeter ki, yakalama anında, o kişinin suçu işlediğine dair makul şüphe bulunsun ve bu şüpheyi kuvvetlendirecek ve kamu davası için yeterli delilleri elde etmek amacıyla yakalama gerçekleştirilmiş olsun. Benzer bir suçtan dolayı daha önce var olan bir mahkumiyet, tekrar yakalamayı haklı kılan makul sebep sayılamaz.
AİHS’e göre suç işleme düşüncesinin icra hareketlerine dönüştürme sürecini başlatmayan bir kişinin yakalanması mümkün değildir. Başka bir deyişle, bir kişinin ileride suç işleyeceği düşüncesi veya öngörüsü ile, suç işlemesini önlemek amacıyla yakalama ve gözaltına alınması söz konusu olamaz. AİHS’de sözü edilen ve işlenmesine engel olunması noktasında failinin özgürlüğünün kısıtlanmasına izin verilen suç, işlenmekte veya işlenmek üzere olan “somut ve spesifik” bir suçtur.
Yakalamaya temel teşkil edecek olan suçun cinsi, cürüm veya kabahat olması veya sadece askeri ceza kanunda suç sayılmış olması bir farklılık oluşturmamaktadır.  Eylemin iç hukukta suç olarak kabul edilmiş olması yeterlidir. Fakat, disiplin suçları ve idarenin düzenleyici işlemleri ile oluşturduğu suçlar, AİHS m. 5 anlamında bir suç değildir.  Dolayısıyla, bu tip suçlardan dolayı yakalanma ve gözaltına alınma söz konusu olamaz.
4. Bir küçüğün gözetim altında eğitilmesi veya başka bir amaçla gözetim altında tutulması konusunda karar verecek olan yetkili merci önüne çıkarılmasını sağlamak üzere, kanuna uygun olarak verilmiş bir karar gereğince alıkonulması.
            Küçüğün (18 yaşından küçük) gözetim altında tutulmasının amacı, eğitilmesi veya kendisine zarar verici ortamdan uzaklaştırılarak ıslahevi gibi bir yere konularak korunması olmalıdır. Burada küçüğün mahkeme önüne getirilmesinin amacı, küçük herhangi bir suç işlemiş olma şüphesi altında olmadığından, yargılamak değildir. Amaç, hakkında verilecek olan koruma altına alma kararının verilmesini temin ve nasıl bir koruma altına alınacağını karar vermektir. Bir eğitim kurumuna aktarılmadan önce veya çocuk esirgeme kurumu gibi bir kuruma yerleştirilmeden önce, söz konusu küçük, bir nezarethane veya gözaltı biriminde geçici olarak tutulabilir. 
5. Toplum için tehlike teşkil eden bir akıl hastası, uyuşturucu madde veya alkol tutkunu, bir serseri veya hastalık yayabilecek bir kişinin bir müessesede tedavi, eğitim veya ıslahı için kanunda belirtilen esaslara uygun olarak alınan tedbirlerin yerine getirilmesi.
Burada sayılan kişilerin belirli bir yerde gözlem altına alınması suretiyle özgürlüğünün sınırlanmasının amacı bu kişilerin kamu güvenliği için tehlike oluşturmasının yanında kendilerini koruyacak durumda olmamalarından dolayı toplumdan kendilerine yönelecek tehlikelere karşı korumaktır.
Acil durumlarda, bir sağlık kuruluşuna aktarılmadan önce veya rehabilite amacıyla bir kuruma yerleştirilmeden önce, söz konusu kişi, bir doktor raporu veya tavsiyesi veya bir mahkeme kararı olmadan bir gözaltı biriminde geçici olarak tutulabilir. Bu geçici tutma sırasında söz konusu kişinin tedavi edilmesi yönünde herhangi bir adım atılmaması, AİHS bu bent anlamında bir ihlal oluşturmamakla birlikte, AİHS m. 3 anlamında insanlık dışı muamele anlamına gelebilir.
6. Usulüne aykırı şekilde ülkeye girmek isteyen veya giren, yada hakkında sınır dışı etme yahut geri verme kararı verilen bir kişinin usulüne uygun olarak yakalanması veya tutuklanması.
Bu sebeple sınır dışı edilecek veya geri verilecek olan kişinin gereğinden fazla göz altında tutulmasını engellemek için işlemlerin bir an önce bitirilmesi adına gerekli özenin gösterilmesi gerekir.
AİHS’de belirtilen kişi özgürlüğünün kısıtlanabileceği bu haller sınırlı (tahdidi) olarak sayılmıştır. Dolayısıyla, uygulamacılar bu istisnaları dar yorumlamalı ve kıyas yoluyla özgürlüğü kısıtlamayı haklı kılan yeni durumlar öngörmemelidir.
                Kişilerin özgürlüğünün kısıtlanmasından söz edebilmek için özgürlüğün sınırlanmasının çok uzun sürmesi gerekmez. Çok kısa dahi olsa kişinin fiziksel özgürlüğünün sınırlanması bu hakkın ihlali için yeterlidir. Kolluk görevlileri, kişilerin özgürlüklerini güç kullanarak sınırlayabileceği gibi sözlü olarak veya davranışları ile yanlarından ayrılmamaları gerektiğini belirterek de sınırlayabilir. Bir kişi, bilgi almak amacıyla sokakta veya başka bir yerde sorgulanırken veya üzeri aranırken veya mahkemede delil olarak kullanmak amacıyla biyolojik bir teste tabi tutulurken, bu işleme tabi olmaktan başka bir alternatifi olmadığına inandırılması halinde de, özgürlüğün sınırlanması söz konusudur.
            Özgürlüğünün kısıtlanmasını haklı kılan sebepler yoksa, bir kişinin özgürlüğünün kısıtlanmasına rıza göstermiş olması özgürlüğü kısıtlama işlemini haklı hale getirmez.  Özgürlüğün kısıtlanmasına rıza gösterilmesi özgürlüğün kısıtlanan kişilere verilen haklardan yararlanamayacağı anlamına gelmez.
            Özgürlüğü kısıtlayan güvenlik kuvvetleri, kişiyi kendi ülkeleri dışında yakalamış olsalar bile, kişi özgürlüğü ve güvenliği ile ilgili kendi iç hukukundan ve AİHS’den kaynaklanan ilke ve haklara uymak zorundadır.
            AİHS m.5, yakalama veya tutuklama yoluyla özgürlüğü kısıtlanan kişilere bazı haklar sağalamakatdır;
1. Özgürlüğü kısıtlanan kişiye, hemen, özgürlüğü kısıtlamayı gerekli kılan sebepler ve yöneltilen suçlamalar anladığı bir dilde bildirilir.
Bir terör olayında, yakalama anından itibaren 19 saat sonra yapılan bildirim hemen yapılan bildirim sayılmıştır. Bildirimde kullanılan dilin basit olması ve teknik olmaması, özgürlüğü kısıtlamayı haklı kılan temel hukuki ve maddi sebepleri açıklayıcı nitelikte olması gerekir. Bu anlamda, özgürlüğü kısıtlanan kişiye, örneğin, sadece olağanüstü hal kanunu hükümlerini ihlal ettiğinin söylenmesi yeterli değildir.
Bu hakkın amacı, özgürlüğü kısıtlanan kişiye, özgürlüğünün kısıtlanmasının hukuka aykırı olduğunu dava etme hakkı vermektir. Bildirimin özel bir şekli olmayıp yazılı olması gerekmez. Bu sebepler belirtilerek, özgürlüğü kısıtlanan kişiye hakkında yöneltilen suçlamaları kabul edip etmediğini belirtme imkanı tanınmalıdır. 
2. Bir suç şüphesi üzerine özgürlüğü kısıtlanarak yakalanan ve tutuklanan herkes, hemen bir yargıç veya kanunla yetkili kılınmış diğer bir adli görevli önüne çıkarılır. Kimse, kanunen belirtilen gözaltı süresi dolduktan sonra hakim kararı olmaksızın hürriyetinden yoksun bırakılamaz. Mahkeme, kural olarak, bir kişinin dört günü aşacak bir şekilde hakim önüne çıkarılmaksızın göz altında tutulmasını bir ihlal nedeni olarak değerlendirmektedir.
3. Tutuklanan kişilerin, makul süre içinde yargılanmayı ve soruşturma veya kovuşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakları vardır. Serbest bırakılma ilgilinin yargılama süresince duruşmada hazır bulunmasını veya hükmün yerine getirilmesini sağlamak için bir teminata bağlanabilir.
AİHS’e göre, teminatla salıverme yerine, tutuklama kararı verilmesi, kaçma tehlikesi, delilleri karartma tehlikesi, yeni suçların işlenme tehlikesi, kamu düzenin korunması, mağdurun korunması amaçlarından birisine dayandırılabilir. Türk hukuku, bu amaçlardan sadece ikisini, kaçma ve delilleri karatma tehlikesini, tutuklama sebebi olarak kabul etmiştir.
Teminat, kişinin mahkemede hazır bulunması amacına hizmet edecek miktarda olmalıdır. Bu aşamada, suçluluğu ispat edilene kadar herkes suçsuzdur prensibinin gereği olarak tutuksuz yargılama kuraldır.  Hakim, tutuklama yerine, adli kontrol tedbirlerinden birisine başvurabilir.
4. Yakalanma veya tutuklama nedeniyle özgürlüğünden yoksun kılınan herkes, özgürlük kısıtlamasının kanuna uygunluğu hakkında kısa bir süre içinde karar verilmesini ve kanuna uygun görülmemesi halinde serbest bırakılmasını sağlamak için mahkemeye başvurma hakkına sahiptir.
5. Bu maddenin hükümlerine aykırı olarak özgürlüğü kısıtlanan herkesin tazminat isteme hakkı vardır. Kanuna aykırı şekilde özgürlüğü kısıtlanan kişilerin uğradıkları zarar, devletçe ödenir. Kişilerin keyfi olarak özgürlüğünün kısıtlanması halinde sadece tazminat hukuku değil ceza hukuku da devreye girer.


3.4. Adil Yargılanma Hakkı – Madde 6
2002–2005 yılları arasında Türkiye ile ilgili olarak verilen toplam 546 ihlal kararının 267 tanesi 6. madde ihlali ile ilgilidir.


Bu madde ile ilgili olarak verilen ihlal kararların çok büyük bir bölümü, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin bünyesinde barındırdıkları askeri hakim sebebi ile bağımsız ve tarafsızlıktan yoksun olmasına dayanmaktadır. Bu bağlamda, 80 ihtilalinden sonra kurulan Sıkıyönetim Mahkemeleri’nin yapmış oldukları yargılamalar da, bu maddenin ihlaline sebebiyet vermiştir. Ayrıca, yargılamaların uzun sürmesi de bu fıkranın ihlal nedenleri arasında yer almaktadır.
Yargıtay bünyesinde yapılan temyiz incelemelerine savunma avukatlarının katılmamaları, 6. maddenin 3(c) bendi kapsamında savunma hakkının ihlali nedeni olarak değerlendirilmiştir. Ancak, 6. maddenin ilk fıkrasının ihlaline karar verilmesi durumunda, bu bentle ilgili ayrıca bir incelemeye gerek görülmemektedir.
            Mahkeme içtihatlarına göre, idari, hukuki ve cezai bir yargılama süreci ile ilgili olarak AİHS m.6’da sağlanan haklar arasında şu hususlar yer almaktadır:
-     Yargılamayı yapan mahkeme kanunla kurulmalıdır.
-          Mahkeme bağımsız olmalıdır. Yürütmenin ve tarafların mahkeme üzerinde herhangi bir baskısı veya etkisi olmamalıdır. Mahkemenin bağımsız olup olmadığının değerlendirmesinde, mahkemenin yapısı, üyelerin atanma şekli ve atanma süresi önemlidir.
-          Mahkeme üyeleri önyargılı ve taraflı davranmış olmamalıdır. Davranırsa örneğin, daha önce ihsası reyde bulunmuşsa, hakimin reddi gündeme gelir. Bu amaçla, hakimlerin kimliklerinin taraflara açıklanma mecburiyeti vardır.
-          Mahkemede tartışılmayan bir husus hükme esas alınamaz .
-          Herkes, davacı ve davalı olarak, dava açma ve kendini savunma hakkına sahiptir. Bu amaçla getirilen süre sınırlamaları, yargılama ve dava açma giderlerini ödeme mecburiyeti, toplumun ve kişilerin ihtiyaçlarını dikkate alması, gerekli, makul ve meşru amacı olması şartı ile kabul edilebilir.
-          Taraflar uzlaşarak dava açma ve yargılanma hakkından feragat edebilirler.
-          Yargılama kural olarak halka açık olmalıdır. Taraflar isterse bu hakkından vazgeçebilmelidir. Kararın halka açık bir oturumda açıklanması gerekir.
-          Yargılama makul süre içinde bitirilmelidir: yargılama süresinin makullüğünün değerlendirilmesinde; davanın kompleksliği, sanığın içinde bulunduğu özel durumu, soruşturma ve kovuşturma organlarının tutumu, sanığın tutumu gibi faktörler dikkate alınmaktadır. Mahkemenin işlerinin yoğunluğu, personel sayısının azlığı gibi faktörler davanın uzunluğunu açıklamada geçerli mazeretler değildir. Süre, ilk işlemin başlatıldığı andan (yakalama anından) hükmün kesinleşmesine kadar geçen zaman dilimi esas alınarak hesaplanır.
Bunların dışında, cezai bir soruşturma ile ilgili olarak, herkesin,
-          Suçluluğu ispat edilene kadar suçsuz sayılma hakkı vardır. Bu hak susma hakkını da kapsar.
-          Mahkumiyet hükmü sadece sanığın susmasına dayandırılamaz.  Fakat, başka maddi deliller sanığın suçu olduğunu gösterir ve sanığın konuşması beklenirken konuşmaması aleyhine dayandırılabilir.
-          İspat yükü iddia makamındadır.
-          Kişiler, suçluluğu yüzde yüz ortaya konulmadan mahkum edilmemelidir. Şüphe olması halinde sanık yararlanmalıdır.
-          Hiç kimse kamu görevlilerince (bakan, vali, savcı veya polis tarafından)  ve medya tarafından mahkum olmadan suçlu olarak ilan edilemez.
-          İşkence ile elde edilen deliller sanığın aleyhine kullanılamaz.
-          Şüpheli ve sanık, savunmasını yapabilmek için, kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden (değişse bile) en kısa zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmelidir.                                    
-          Sanık kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir savunmacının yardımından yararlanmak ve eğer savunmacı tutmak için mali olanaklardan yoksun bulunuyor ve adaletin selameti gerektiriyorsa, mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmelidir.
-          Sanığın iddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında çağırılmasının ve dinlenmesinin sağlanmasını istemek hakkı vardır  (Çapraz sorgu ve doğrudan doğruya sorgu).
-          Sanık duruşmada kullanılan dili anlamadığı veya konuşamadığı takdirde bir tercümanın yardımından para ödemeksizin yararlanmalıdır. Bu tercüme hakkı, sanığın aleyhine var olan bütün yazılı dokümanların da tercüme edilmesini kapsamaktadır. Ancak, bu tercümenin tamamının yazılı olması gerekmez. Bu hak, duruşmanın sanığın istediği dilde yürütülmesini isteme hakkını içermez. 
-          Gıyapta yargılama yapılamamalıdır. Kişi mahkemede aleyhine ileri sürülen delilleri dinlemeli, gerekirse, kendini savunabilmelidir .
-          Mahkemenin verdiği kararlar gerekçeli olmalıdır.
-          Terör suçları mağdurlarının uğradığı zararlar devletçe karşılanmalıdır.
-          Sanığın mahkum olduğu suç ve verilen ceza işlendiği anda yürürlükte olan bir kanun maddesine dayanmalıdır.
           
            AİHM’in 6. madde çerçevesinde geliştirmiş olduğu ve adil yargılanma hakkı olarak nitelendirilebilecek hak ve özgürlükler kümesi, yeni CMK’daki pek çok düzenleme ve güvenceyle paralellik arz etmektedir. Bu bağlamda, Mahkemenin içtihat hukukunun, AİHM önündeki daha sonraki Mahkumiyetleri önleme adına, yeni CMK çerçevesinde daha yakından takip edilmesi gereken bir kaynak haline geldiği gözlenmektedir.

3.5. İfade Özgürlüğü – Madde 10
2002–2005 yılları arasında Türkiye ile ilgili olarak verilen toplam 546 ihlal kararının 72 tanesi 10. madde ihlali ile ilgilidir.


Mahkeme’nin ifade özgürlüğü ile ilgili temel yaklaşımına göre, “ifade özgürlüğü, sadece hoşa giden ya da insanları incitmeyen veya önemsenmeyen bilgi ve düşünceler için değil aynı zamanda Devletin veya toplumun herhangi bir kesimini inciten, şoke eden veya rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de geçerlidir” . (Handyside v. Birleşik Krallık)
Mahkeme, Türkiye ile ilgili vermiş olduğu kararlarda, kullanılan ifadelerin şiddet kullanımını, silahlı direnişi yada ayaklanmayı teşvik eden bir yanı olup olmadığını ve ifadenin bir kin ve nefret söylemi içerip içermediğini değerlendirmektedir.
Mahkeme’nin ifade özgürlüğü ile ilgili içtihatları yapılan müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı konusunda yoğunlaşmaktadır. Bu bağlamda verilen cezanın türü ve ağırlığı bir müdahalenin orantılı olup olmadığı konusu da dikkate alınmaktadır. Mahkemeye göre, demokratik bir toplumda devlet görevlileri ve yetkilileri, kışkırtıcı olarak değerlendirilse bile, eleştirilere karşı hoşgörülü olmalıdır.
Mahkeme, terörizmle mücadeleye ilişkin güçlükleri özellikle dikkate aldığını hep vurgulamakla birlikte, ifade özgürlüğü ile ilgili davalarda kullanılan ifadelerin içeriğine ve yapıldığı bağlama ve özellikle bu ifadeyi yapan kişinin siyasi kimliğine özel önem atfetmektedir.
            Mahkeme, ifade özgürlüğünün ihlal edilip edilmediğini değerlendirirken, sözü söyleyen kişinin siyasi kimliğine, konumuna, sözün söylendiği ortam, bağlam ve konjonktüre, sözün yayınlandığı organın niteliğine ve ifadenin etkisine önem vermektedir. (Zana v. Türkiye)
            AİHM, siyasi aktörlere yönelik eleştirilerde sınırın ve hoşgörünün, normal kişilere yönelik eleştirilerle karşılaştırıldığında, daha geniş olduğunu kabul etmektedir. Ancak burada da temel şartlardan biri, ifadenin şiddete, teröre, ayaklanmaya teşvik edici mahiyette olmamasıdır. Bir sendika mitinginde yaptığı konuşmada, dönemin Adalet Bakanı hakkında “eli kanlı faşistleri Adalet Bakanı yapıyorlar" şeklinde bir söz kullandığı için ilgilinin cezalandırılmasını 10. maddenin ihlali olarak değerlendirilmiştir. Mahkemeye göre “konuşmanın bazı kısımları dönemin Adalet Bakanının kişiliği hakkında negatif bir tablo çizse de, şiddet kullanmaya, başkaldırıya, silahlı direnişe teşvik edici mahiyeti bulunmamaktadır ve kin güden bir beyanat içermemektedir” . (Birol v. Türkiye)
            1995 yılında bir milletvekilinin dönemin Cumhurbaşkanın kişilik haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle tazminat ödemeye mahkum edilmesi olayında, Mahkeme, başvuru sahibinin kullandığı ifadeleri siyasi eleştiri sınırlarını zorlayan, küçük düşürücü, hakaret içeren sözler olarak değerlendirmiştir. Ancak, ödenen yüklü tazminat miktarının (60,000 Euro civarında bir meblağ) “demokratik bir toplumda gerekli” olmadığı sonucuna ulaşan Mahkeme, Sözleşmenin 10. maddesinin ihlal edildiğini değerlendirmiştir.
Mahkeme, hükümetlere yönelik eleştiri sınırının çok daha geniş olduğunu kabul etmektedir. Ceylan v. Türkiye kararında, Petrol-İş Sendikası Başkanı olan başvuru sahibi “Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da giderek yoğunlaşan devlet terörü”nden ve “Türkiye'de giderek yoğunlaşan soykırımı”ndan bahsetmektedir. Eleştirinin sert ve kullanılan dilin keskin olduğunu kabul etmekle birlikte, Mahkeme, Hükümet ile ilgili olarak yapılmasına müsaade edilen eleştirinin sınırı, bireyler veya siyasetçiler hakkında yapılan eleştiriye oranla daha büyük olduğunu düşünmektedir. Demokratik bir sistemde, Hükümetin fiilleri ve ihmalleri sadece yasama ve yargı otoritelerinin değil, aynı zamanda kamuoyunun da incelemesine açık olmalıdır. Mahkeme, ayrıca, başvuru sahibinin sendika lideri ve bir siyasetçi olarak yazı yazdığını ve makaledeki sert üsluba rağmen, şiddeti, silahlı direnişi yada isyanı teşvik etmediğini değerlendirmiştir.
Mahkeme, başvuru sahibine verilen cezasının ağırlığını ve bu cezanın sonucu olarak ilgilinin Sendika Başkanlığı görevini gibi bir takım siyasi ve medeni haklarını kaybetmesini de göz önünde bulundurmuştur. Bu bağlamda, ifade özgürlüğüne yapılan müdahalenin ölçüsü değerlendirilirken, verilen cezanın şiddeti ve çeşidi dikkate alınması gereken unsurlar olarak kabul edilmiştir. Sonuç olarak, başvuru sahibinin mahkumiyeti, takip edilen amaçlara ve “demokratik bir toplumda gereklilik” ilkesine uygun görülmemiştir.
            Mahkeme, şiddete teşvik niteliğindeki ifadelerin edebi metinlerde yer alması halinde ifade özgürlüğünün alanını geniş yorumlamaktadır. Karataş v. Türkiye kararına neden olan olayda, başvuru sahibi, “Dersim - Bir İsyanın Türküsü” adlı şiir kitabında şiddete çağrı niteliğinde olabilecek bazı şiirlere yer vermiştir. Komisyon, başvuru sahibinin şiirlerinin bir bölümünün Türk Devleti aleyhine silahlı ayaklanmayı ve bu mücadelede şehitliği övdüğünü tespit etmiştir. Bu koşullar altında, başvuru sahibinin mahkumiyeti ve kendisine uygulanan ceza acil bir sosyal ihtiyaca cevap verme ve sonuç olarak, demokratik bir toplumda gerekli kabul edilebilir.
Ancak, Mahkemeye göre, söz konusu şiirde, renkli bir hayal gücü kullanılarak, Türkiye’deki Kürt kökenli nüfusun tümünün köklü hoşnutsuzluğu ifade edilmiştir. Şiirlerin bazı bölümlerinin ton açısından gayet agresif olmasına ve şiddet kullanmaya davet etmesine rağmen, şiirlerin sanatsal yönü ve sınırlı bir etkiye sahip olması bir ayaklanmaya davetten ziyade derin bir üzüntüye neden olacağı göz önünde bulundurulmaktadır. Ayrıca ve hepsinden öte, Mahkeme, uygulanan cezaların özellik ve ağırlıklarının müdahalenin orantılı olup olmadığının değerlendirilmesi hususunda da dikkate alınması gereken etkenler olduğunu belirtmektedir.  Sonuç olarak, başvuru sahibinin mahkumiyeti hedeflenen amaçlar açısından orantısız olup “demokratik bir toplumda gerekli” görülmemektedir.

3.6. Etkili Başvuru Hakkı – Madde 13
2002–2005 yılları arasında Türkiye ile ilgili olarak verilen toplam 546 ihlal kararının 63 tanesi 13. madde ihlali ile ilgilidir.


Mahkemeye göre 13. maddenin ihlal edilebilmesi, Sözleşme bağlamında tartışılabilir bir şikayetin varlığına bağlı olup Mahkeme’nin 13. maddeden bir ihlal kararı verebilmesi Sözleşme’de düzenlenen bir başka hakkın ihlalini gerektirmektedir. Diğer bir ifadeyle, 13. maddenin ihlal edilebilmesi için, Sözleşme gereğince tartışılabilir olan bir şikayetin esası hakkında uygun çözüm sunan etkili bir iç hukuk yolunun bulunmaması gerekir.
Bu manada, Sözleşme bağlamında hakları ihlal edilen kişilerin, bu ihlal eylemlerine itiraz edebilecekleri, karşı koyabilecekleri veya tazminat talep edebilecekleri etkili bir iç hukuk yolunun bulunması gerekir. Sözleşmenin güvence altına aldığı hak ve özgürlüklerin esası ulusal düzeyde ne şekilde düzenlenirse düzenlensin, bu hak ve özgürlüklerin sağlanan kanun yolları ile etkili bir biçimde elde edilebilir olması gerekmektedir.
13. maddenin sağladığı korumanın kapsamı şikayetin niteliğine göre değişmektedir. Ancak 13. maddenin gerektirdiği iç hukuk yolu teorik olduğu kadar, pratikte de etkili olmalıdır. Özellikle iç hukuk yolunun uygulanması devlet görevlilerinin eylem ve ihmallerinden etkilenmemelidir.
13. madde mümkün olan hallerde tazminat ödenmesi ile birlikte faillerin tespiti ve cezalandırılabilmesi için şikayetçinin de aktif bir şekilde dahil olacağı tam ve etkin bir soruşturmanın yapılmasını gerektirmektedir.

3.7. Mülkiyet Hakkı – 1 No.lu Protokolün 1. Maddesi
2002–2005 yılları arasında Türkiye ile ilgili olarak verilen toplam 546 ihlal kararının 112 tanesi 1 No.lu Protokolün 1. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlali ile ilgilidir.


1 No.lu Protokolün 1. maddesi altındaki ihlaller; Karayolları Genel Müdürlüğü’nün yol yapımı, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünün baraj yapımı ve diğer kamu kurumlarının çeşitli sebeplerle yapmış oldukları kamulaştırmalar neticesinde, düşük kamulaştırma bedeli tespit edilmesi, bunlara karşı açılan davalarda yeni hükmedilen ek kamulaştırma bedellerinin geç ödenmesi veya ödenmemesi, yüksek enflasyon ve bu miktarlara uygulanan faizin düşüklüğü sebeplerine dayanmaktadır.
“Genel olarak, ödemedeki gecikme ve uzun süren işlemler sebebi ile Mahkeme, kamu yararı gereklilikleri ile kişisel mülkiyet hakkından faydalanma arasında korunması gereken adil dengeyi bozacak şekilde, başvuru sahiplerinin kişisel ve aşırı bir sorumluluk üstlenmek zorunda kaldıklarına karar vermiştir.”
Mahkemeye göre, devletin kamulaştırma işlemleri neticesinde belirlediği bedelin ödeme anında yüksek enflasyon nedeni ile gerçek değerinin çok altında kalması mülkiyet hakkının bir ihlali olarak kabul edilmektedir.
Her geçek veya tüzelkişi mallarından yararlanmasına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir.  Herhangi bir kimse ancak kamu yararı icabı olarak ve kanunun gösterdiği şartlar ve devletler hukukunun genel ilkeleri çerçevesinde mülkünden mahrum edilebilir.
Diğer bir ifade ile bu hak da, bir çok uluslararası belgenin konusunu oluşturmasına rağmen, mutlak olmayıp, kamu yararı amacıyla, kanunla, uluslar arası hukukun genel ilkelerine uygun olarak sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Bu hak, her türlü menkul ve gayrimenkulun yanında o mal üzerindeki hisse ve patent gibi ekonomik değeri olan maddi ve manevi hakları da kapsamaktadır. 
Bu hakkın ihlali iddiasında bulunulabilmesi için iddia sahibinin hali hazırda söz konusu malın maliki olduğunu ispat etmesi gerekir.  Gelecekte elde edilecek menfaat ve mallar üzerinde önceden yapılan müdahaleler bu hakkın koruma alanı içinde değildir. Bu anlamda, gelir, elde edildikten sonra veya elde edilme hakkı doğduktan sonra mülkiyet hakkının konusunu oluşturur.
Bu hak, sahip olunan mal üzerinde sahibine dilediği gibi tasarruf etme hakkı verir.  Bu amaçla sahibi, malını başkasına borç verebileceği gibi malını imha da edebilir. Bununla beraber, bu hak kişilere sahip bulunduğu mallardan yararlanmak için devletten mali yardım talep hakkı doğurmaz. 
            Kişiler bu hakkını kullanmak için mallarını dilediği zaman ziyaret edebilir.  Malından faydalanmak isteyen kişinin hareket özgürlüğünün kısıtlanarak engel olunması aynı zamanda bu hakka yapılan haksız bir müdahaledir.  Başkasının malını izinsiz kullanmak (arazisinde avlanmak)  mülkiyet hakkına yapılan bir saldırı oluşturur.
Devletin, sadece, kendisinin haksız olarak bireylerin mülkiyet hakkını kullanmasına engel olması yeterli değildir.  Devlet, özel kişilerinde kişilerin mülkiyet hakkını kullanmasını engel olmasını da engelleme yükümlülüğü altındadır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, kişilerin mülkiyetine saygı gösterilmesini isteme hakkı mutlak bir hak olmadığı için, gerektiğinde, kullanımı, devlet tarafından sınırlanabilir. Bu hakka devletçe müdahale, genelde, kamulaştırma veya devletleştirme yoluyla söz konusu olmakla birlikte, el koyma ve müsadere yolu ile de gerçekleşebilir.
Bu müdahale, kişinin elinden malının tamamen alınması sureti ile gerçekleşebileceği gibi kişinin mal üzerindeki tasarruf hakkının (kiralama yasağı veya belli bir şekilde kullanma mecburiyeti yolu ile) kontrol altına alınma sureti ile de gerçekleştirilebilir. Bununla beraber, enflasyon, çevre düzenlemeleri veya gürültü kirliliği sebebiyle malda meydana gelen değer kayıpları bu hakka yapılan bir müdahale sayılmaz.
Mülkiyet hakkından, kişiler, ancak, kamu yararının varlığı halinde mahrum bırakılabilir. Dolayısıyla, kamulaştırma ve devletleştirme yetkileri ve işlenilen bir suç araştırılırken suçun ve suçlunun ortaya konması adına, devletin kolluğa suçta kullanılan suçun delillerine ve suçun işlenmesi ile elde edilen gelire geçici veya devamlı el koyma yetkisi, kamu yararı adına  kullanılabilir.
Türk hukukunda da, kamulaştırma ve devletleştirme işlemlerine başvuru kamu yararının varlığı şartına bağlanmıştır. Kamulaştırma işleminde, normal şartlarda,  malın tam karşılığının ödenmemesi mülkiyet hakkının ihlali sayılmaz. Malın değerinin hiç ödenmemesi halinde bu hakkın ihlal edileceğinde şüphe yoktur. Aynı şekilde, ödemenin yapılmasındaki aşırı gecikmede de bu hak ihlal edilmiş sayılır.
Kamulaştırma ve devletleştirme işlemlerinden farklı olarak müsadere işlemi yolu ile bu hakka bir müdahalenin söz konusu olabilmesi için AİHS m.6 anlamında adil bir yargılamanın yapılması şarttır.
Kamu yararının gerekliliğini kendi ihtiyaçlarına göre belirleme hakkına sahip olan her devlet, bu takdir yetkisini; makul (yerinde) ve amaca uygun olarak kullanma mecburiyetindedir; başvurulan yol ile elde edilmek istenen amaç arasında orantılılık bulunmalıdır; devletin müdahalesi iç hukuk kurallarına uygun olarak gerçekleşmelidir; uluslararası hukukun genel ilkelerine riayet ederek müdahale gerçekleştirilmelidir. 
Bu noktada, en önemli uluslararası hukuk kuralı, bu hakka müdahale halinde yabancılara gecikmeksizin, uygun ve gerçek bir tazminatın ödenmesini öngören hükümdür.  Bu nedenle, bu hakka müdahale halinde, müdahaleye karşılık teşkil eden makul bir tazminatın yabancılara ödenmesi gerekir.
Bu hakka müdahale halinde, tazminat ödeme yükümlülüğü sadece ülkedeki yabancılar için geçerli olan bir yükümlülük değildir.  Devletin kendi vatandaşlarına da tazminat ödemesi, maddede korunan ‘mülkiyet hakkına saygı ilkesinin’ bir gereği olarak kabul edilmektedir. Böyle bir mecburiyetin maddede zımnen var olduğunun varsayılmaması halinde madde de sağlanmak istenen koruma hayali ve etkisiz kalacaktır.
Bu hakka kamu yararı adına müdahalede olduğu gibi, bu kontrol yetkisinin kullanımının da, yerinde, orantılılık ilkesine ve iç hukuk kurallarına uygun olarak yapılması gerekir.
            Arama neticesi suç işleyen kişilere veya üçüncü kişilere ait bazı eşyaya el konularak ispat vasıtası olarak kullanılmasında veya müsadereye tabi eşyanın müsadere edilmesinde kamu yararı olduğundan mülkiyet hakkına yapılan müdahale hukuka aykırı sayılmayacaktır..


4. 1990’dan Bugüne AİHM Kararlarının Nitelik ve Sayısal İncelemesi
1990-2002 yılları arasında verilen toplam 321 karardan; 244 ihlal kararı, 70 dostane çözüm ve 7 ihlal bulunmadığı kararı çıkmıştır.
 










2002-2005 yılları arasında Türkiye hakkında verilen 686 kararda; 546 ihlal kararı, 118 dostane çözüm, 8 düşme kararı ve 14 ihlal bulunmadığı kararı verilmiştir.


1990 yılından itibaren Türkiye hakkında verilen toplam 1007 kararda; 790 ihlal kararı, 188 dostane çözüm, 8 düşme ve 21 ihlal bulunmadığı kararı verilmiştir.




SONUÇ
Görüldüğü üzere, incelenen dönem içerisinde en çok ihlal edilen maddeler AİHS’nin 2, 3, 5, 6, 10 ve 13. maddeleri ile 1 No.lu Protokolün 1. maddesi olmuştur. En çok ihlal edilen bu maddeler göstermektedir ki, mülkiyet hakkını güvence altına alan 1 No.lu Protokolün 1. maddesi bir tarafa bırakılacak olursa, ihlal nedenleri, büyük ölçüde terörizmle mücadelede çerçevesinden alınan önlemlerden kaynaklanmaktadır.
            Yine en çok ihlal edilen maddeler ile ihlal nedenleri incelendiğinde, AİHS’nin 2, 3, 5, 6 ve 13. maddelerinin, ceza yargılamasına ilişkin nedenlerden dolayı ihlal edildiği görülmektedir. Bu manada, Türkiye tarafından en çok ihlal edilen maddeler ile ceza yargılamasına ilişkin yasal altyapısı ve uygulaması arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır.
2. maddeden verilen ihlal kararlarının önemli bir kısmı, gözaltında meydana gelen ölüm ve kayıp olayları ile başka durumlarda meydan gelen ölüm olayları üzerine Devletin etkili bir soruşturma yapmamasından kaynaklanmaktadır. Halbuki, CMK, C. Savcılarına suç soruşturmasını eksik yapması konusunda bir telkinde bulunmamaktadır. Tam tersine, C. Savcıları her türlü, bilgi, belge ve delile ulaşma konusunda tam yetkilidir ve bu yöndeki bir eksiklik, maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasındaki en büyük eksiklik olacak, eksik bir soruşturma da TCK anlamında C. Savcılarının cezai sorumluluğunu gündeme getirebilecektir. 
3. maddeden verilen ihlal kararları da, büyük ölçüde gözaltında meydana gelen kötü muamele ve işkence olaylarından kaynaklanmaktadır. Son yıllarda hazırlanan raporlarda kötü muamele ve işkence olaylarında büyük azalmalar olduğu vurgulanmakla birlikte, uygulamada gözaltı işlemleri sırasında ve özellikle yakalama sonrası gözaltı birimine götürme aşamasında yapılan muameleler hala önemli bir ihlal potansiyeline sahip olmaya devam etmektedir.
5. maddenin güvence altına almış olduğu kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkıyla ilgili olarak, yakalamanın kanunla düzenlenmiş usule uygun olarak yapılması prensibi önemini artırarak korumaktadır. Bu bağlamda, yeni Ceza Muhakemesi Kanunundaki düzenlemeler ile AİHS arasındaki hukuki uyumsuzluğun ortadan kaldırıldığı söylenebilir. Ancak, bu getirilen usul ve esasların C. Savcılıkları ve kolluk kuvvetlerince uygulanmaması yeni ihlal nedenleri oluşturabilir.
6. maddedeki adil yargılanma hakkı hem yukarıda incelenen dönem içerisinde hem de bundan sonraki dönemde önemli ihlal nedeni olmaya devam edecektir. Özellikle yargılamanın ve tutukluluk halinin uzun sürmesi, yargılamaların makul sürede bitirilememesi yeni CMK döneminde de, AİHS’nin 6. maddesi bağlamında yeni ihlal kararlarının verilmesine neden olabilecektir.
Etkili başvuru hakkını güvence altına alan 13. madde de, ceza yargılaması ile yakından ilişkili maddeler arasında yer almaktadır. Sözleşme tarafından korunan hak ve özgürlüklerinin esası ile ilgili olarak iç hukukta etkili bir soruşturma yürütülmediği düşüncesinde olan kişiler, bu maddeye dayanarak AİHM’ne gidebileceklerdir.
İncelenen dönem içerisinden hem yıllık bazda hem de dönem genelinde Türkiye tarafından en çok ihlal edilen maddelerin önemli bir kısmının ceza yargılaması süreci ile ilişkili olduğu net bir şekilde ortaya konmuş bulunmaktadır. Yeni çıkarılan CMK ve ilgili diğer ceza yasaları ile birlikte bu alanda önemli yeniliklere imza atılmış bulunmaktadır.
Yapılan bu reformlarla birlikte geçmişin kötü uygulamalarına neden olan yasal çerçeve ortadan kaldırılmış ve daha özgürlükçü bir ceza yargılaması altyapısı oluşturulmuştur. Bu değişiklikler, ceza yargılamasına ilişkin konularda Türkiye aleyhine açılan davalarda ve verilen kararlarda azalmaya neden olabileceği gibi, getirilen yeni ve özgürlükçü standartlara yeterince uyulmaması da daha çok davanın açılmasına ve ihlal kararının verilmesine neden olabilecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder